2016-02-25 15:00:00
Her taraf darmadağındı…
Kurşunların delmediği duvar, bombaların parçalamadığı kapı kalmamıştı. Sokaklar, iki imparatorluğun uzun zamandır süren savaşından çıkmış gibiydi. Evlerin üst katları harabeye dönmüş, alt katları ise üst katlardan dökülen yıkıntılar doluydu. Koca şehirde sağlam kalan bir tek cam, devrilmeyen bir tek baca kalmamıştı.
Her dakika yeni bombalar patlıyor, her patlayan bomba sesinde yaşam umutları biraz daha sönüyordu. Her dakika onlarca kurşun sesi geliyor, her kurşun sesinde ölme ihtimalleri artıyordu.
Her sokak başında büyükçe çukurlar açılmıştı. Her çukurun kenarı, onlarca kablonun geçtiği bomba düzeneği doluydu. Her dönemeçte kuluçlanmış panzer ve akrep tipi zırhlı araçlar duruyordu. Her zırhlı araçtan her dakika bombalar yağıyordu.
Sokaklar, öldürülmüş insan cesetleri doluydu. Günlerce, haftalarca yerde yatan cesetler vardı. Cesetlerin çoğu çırılçıplak soyulmuştu. Cesetlerin kokusundan şehrin tümüne dayanılmayacak bir koku yayılmıştı.
Kurşun ve top sesleri, şehrin dört bir yanından yükselen dumanlara karışıyordu.
Top atışlarına ve kurşun seslerine vurulanların çığlıkları karışıyor, bu çığlıklara, çığlıkları duyanların ağıtları eşlik ediyordu.
Her taraf kopan ayak ve eller, parçalanan cesetler doluydu.
Bütün toprak, vurulanların kanından kıpkırmızı olmuştu. Kuruyan kan kokusu, cesetlerden yayılan kokulara karışıyordu.
Şehre tam anlamıyla bir vahşet görüntüsü hakimdi.
Vurulanların yanına koşanlar da vuruluyordu.
Vicdanın yerini vicdansızlığa, merhametin yerini acımasızlığa, kardeşliğin yerini düşmanlığa bıraktığı koca bir cehennemin tam ortasındaydılar.
Her an ölümün olacağını düşündüren, her an bedenlerinden parçalar koparan, her an en yakınındakilerin ölümüne şahit olacağını hissettiren, ölümün-öldürmenin, bir bardak su içmekten daha kolay olduğunu anlatan koca bir cehennemin tam ortasında…
Bodrumda…
Tam 62 gündür karanlıktaydılar. Çok az yiyecekleri, hayatta kalmalarını sağlayacak kadar suları vardı. Üç katlı evin en üst katının tamamına kayını yıkılmış, orta katı harabeye dönmüş, bodrum katında da onlar kalıyordu. Savaş şiddetlenince, sığınabilecekleri tek yer olarak orası kalmıştı. Bodruma kaçtıklarında, tanımadıkları kişiler de vardı. Nereden geldiklerini bilmedikleri, kim olduklarını bilmedikleri de vardı. Hepsi savaşın vahşetinden korunmak istiyordu. Birbirini tanımayanlar bile, birbirinin yaralarını sarmaya, birbirlerini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bodrum karanlıktı. İlk girdiklerinde gündüzdü. Ancak sonrasında gündüz mü, gece mi ayırt edemiyorlardı. Her an her taraf kapkaranlıktı.
Çoğu yaralıydı. Kimisi bacağından, kimisi omzundan, kimisi başından, kimisi sırtından yaralanmıştı. Yaralarını saracak tıbbi malzemeleri yoktu. Kiminin yarası donmuş, kiminin kurumuş, kiminin kokuşmuştu.
En küçükleri, 2 yaşındaki Melek idi.
Melek, 6 çocuklu Dursun ve Eqlima çiftinin en küçük kızlarıydı. Babası, 90’lı yıllarda savaşın vahşetinden köyünü terk etmiş, şehrin icra bir köşesinde ayakkabı tamircisi dükkanı açmıştı. Annesi, okuma-yazma bilmeyen temiz ruhlu bir köylü emekçisiydi. Bütün zorluklara rağmen 2 çocuğunu üniversiteye yerleştirmiş, onların dışında geri kalan 3 çocuğunun da okul masraflarını çıkartmak için var güçleriyle hayat mücadelesi veriyorlardı.
Köylerindeki tarlalarını satmış, toprak damlı müstakil bir ev almışlardı. Evleri, şu an içinde oldukları bodrumun hemen yakınındaydı.
Savaşın ilk günlerinde baba Dursun inat etmiş, “ben evimden asla çıkmam” diye diretmişti. Ancak şiddet artınca ve etraftaki herkes evini terk edince, Dursun da mecbur kalmış ve “hazırlanın, biz de gidiyoruz” demişti. Çocuklarının ellerinden tutarak, hızlıca evlerinden dışarı çıkmışlardı. Ancak fazla gidemeden, kendilerini bu bodruma atmak zorunda kalmışlardı. Çünkü her taraftan bomba yağıyor ve kurşun sıkılıyordu. Bodruma girdiklerinde, tanımadıkları bir sürü insan vardı. Hafif görünen pencerenin üst kısmından sızan aşık sayesinde, birbirlerini azıcık görebiliyorlardı.
Bodruma girdiklerinde Dursun, Eqlima’nın inlemesini duymuştu. Başını kaldırıp elleriyle Eqlima’yı yokladığında, omzundan kan aktığını fark etmişti. Nedense o anda Dursun’un aklına, çocuklarını saymak gelmişti. Eqlima’nın yarasına aldırış etmeden, çocuklarını tek tek aradı. Ancak aralarında biri eksikti. Büyük kızları Berfin, Bodrum’da değildi.
Dursun, deliler gibi oradan oraya koşturuyor, Berfin’i bulmaya çalışıyordu. Ancak Berfin yoktu.
Bodrumun kapısını hafif aralayıp dışarı baktığında, Berfin’in yerde yatan cansız bedenini fark etti. Bodruma koşarken, serseri kurşunların hedefi olmuştu. Masum ve savunmasız bir şekilde, kardeş katili politikanın şimdilik en son kurbanı olmuştu.
Baba Dursun, hiç düşünmeden kendini dışarı atmak istedi. Canını yarısı az uzağında cansız yatıyordu. Belki hala yaşıyordur, belki kurtarılmayı bekliyordur. Ancak Dursun, kendisi dışarı attığı gibi tekrar içeri attı. Yağmur gibi kurşun yağıyordu, çünkü.
Berfin’in hemen yanıbaşına düşen bir şarapnel parçası onun bedenini hafifçe kaldırmış, yüzünü bodruma çevirmişti. Bodrumun tam kapısında ağlayan ve çığlıkları bütün şehre karışan babasının çaresizliğini gördü.
Hala yaşıyordu. Babasına bakıp, bütün gücünü toplayarak “su” diye inledi. Baba Dursun, bodrumun içinde deliler gibi koşturmaya başladı. Önüne çıkan her şeyi devirerek “su” diye bağırdı. Ancak su bulamadı.
Kapıya koşup Berfin’e baktığında, son öpücüğünü gönderir gibiydi. Berfin, ıslak gözlerini bodrumun kapısındaki babasına dikti ve usulca eğdi toprağa bıraktı başını.
Baba Dursun’un çığlıkları yeri göğü inletti. İçerde bayılan yaralı Eqlima, öteki çocukları ve geride kalan hiç birşey umurunda değildi.
Ülke kokulu Berfin gülüşleri, bodrumun en vahşi kapısında solmuştu.
Bodrumun kapısı kapanmıştı. İçeridekiler, Dursun’u içeri almak için epey uğraşmışlardı ama O, “beni Berfin’imden ayırmayın” diyerek içeri girmemişti. Üzerine, kanlı bir battaniye örtmüş ve kapıyı kapatmışlardı.
Defalarca koşup Berfin’in cansız bedenini yanına almak istemişti. Bütün bedenine delice sarılmak, saçlarını okşamak, alnını öpmek istiyordu. Ancak her adım attığında, onlarca kurşun bu kısacık yolu uzattıkça uzatıyordu.
Sabah olmuştu. Konuşma sesleriyle kendine geldi ve Berfin’e baktı. Ortalık sessizdi. Kurşun ve top sesleri gelmiyordu. Ayağa kalktı ve tam Berfin’e doğru adım atacaktı ki, üniformalı birinin Berfin’e yaklaştığını gördü. Üniformalı, Berfin’in üzerindeki bütün giysileri bir bir çıkarıp, çırılçıplak soydu. Sonra da yoluna devam edip gitti. Baba Dursun’un beyninde binlerce kurşun patlıyor, vücudunun her tarafında yüzlerce bomba patlıyordu. Hiçbir şey yapmamanın ve dememenin ezikliğiyle donakalmıştı.
Körpecik kızının tüm vücudu ortadaydı ve o hiçbir şey yapamıyordu. Birkaç dakikalık süre içinde onlarca kez ölüp ölüp dirildi.
Bütün gücüyle bağırıp kendini Berfin’in üzerine attı. Kendi bedeniyle, kızının bedenini örtmeye çalıştı.
Kızına delice sarılıyor, açıkta kalan yerlerini kapatmaya çalışıyordu.
Birden “baba” diyen bir sesle irkildi. Başını bodruma çevirdi ve bodrumun kapısında, küçük kızı Melek’i gördü. Melek, elinde bir bardak su ile babasına yaklaşıyordu. “Baba, Berfin Ablam su istedi” diyerek suyu babasına uzattı.
Baba Dursun şaşkındı, çaresizdi. Öfkeliydi, yaralıydı. Kızı can verdiğinde, “su” diye inleyen sesini unutamıyordu. Tarihin en acımasız savaş ahlaksızlığıyla yüz yüzeydi. Tarif edilemeyecek kadar büyük bir öfkenin cehennemini yaşıyordu.
Sol elini kaldırıp, Melek’in uzattığı suyu almak istedi. Sonra Berfin’in vücudu açığa çıkacak diye aniden elini Berfin’in vücuduna sardı. Bu kez sağ elini uzattı, onu da aniden geri çekti.
Melek, yerde cansız yatan Berfin’in yanıbaşına oturdu ve elindeki suyu, dudaklarına dökmeye başladı. “Abla al sana su getirdim” dedi. Ama Berfin’in dudakları kımıldamıyordu. Melek’in döktüğü su, Berfin’in yerde kuruyan kanına karışıyordu.
Tam o sırada, ortalığa vahşet saçan bir bomba patladı. Bomba, Baba Dursun ve kızlarının hemen yanıbaşlarında patlamıştı. Patlamasıyla birlikte de her birinin bedenini paramparça etmişti.
Baba Dursun, başını kaldırıp baktığında, Berfin’in çıplak vücudunu gördü. Uzanıp bedenini örtmek istedi ama Berfin artık uzaktı. Çok uzak…
Berfin’in sol tarafında, cansız yatan Melek’i gördü. Bedeni parçalanmıştı. Elindeki su bardağı ise, cansız yatan bedeninin hemen yanında duruyordu. Bardağın dibinde kalan su damlalarına, Melek’ten akan kanlar karışmıştı.
Son bir kez başını oynattı ve “suuu” diye inledi.
Oysa sadece “su” taşıyordu. Kanayan ülkeye ve kuruyan vicdanlara…