2013-02-07 15:00:00
1984 Yılının 15 Ağustos’unda, sabah Saat: 04.00’te uyanmıştık. Daha doğrusu uyandırılmıştık. O gün PKK’nin ilk silahlı eylem yaptığı gündü. Akşam gerillalar bir çok yere silahlı saldırı düzenlemişti. Ancak bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Her günkü gibi kalkacak ve işimize gücümüze bakacaktık.
Ancak hepimiz uykudayken kapılar tekmeleniyor, küfürler ediliyor, bağırmalar, çağırmalar… Babam kapıyı açar açmaz, içeriye onlarca asker doluştu. Biz aynı odada 8 kardeş, yerdeki yataklarda yatıyorduk. Her birimizin kolundan tutup dışarı attılar ve köy meydanında topladılar. Sabah karanlığına onlarca çocuğun ağlaması, onlarca kadının çığlığı, onlarca dipçik sesi, onlarca tekme sesi karışıyordu. Apar topar giyinen çok az kişinin dışında herkes iç çamaşırıylaydı.
Bir komutan çıktı, astsubaydı. İlk kez komando elbisesi giyen birini görüyorduk. Komutan, ağzına gelen her hakareti ve küfrü söylüyordu. Bağırırken ağzından tükürükler uçuşuyordu. Erkekleri bir tarafa, çocukları bir tarafa, kadınları bir tarafa topladı. Duvarın dibinde olanlar duvara yaslatıldı, duvarın dibinde olmayanlar yere yatırıldı.
Ertesi gün yine, ertesi gün yine, bir ertesi gün yine… Yıllarca…
İşte o komutanlardan biri, yerdeki döşekte yatarken başıma bastı ve başım hala ağrıyor.
İlkokula aynı yıl başladık. Olaylardan yaklaşık 2 ay sonra.
İlk dersimiz… Ben 3 hafta geç başladım okula. Öğretmen yanıma yaklaştı ve “kalk” dedi. Tek kelime Türkçe bilmiyordum. “Kalk”ın da ne demek olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden kalkmadım. Yanımdaki arkadaşım, omzuma dokunup “kuro rabe rabe” diyene kadar öğretmen ensemden tutup kaldırmıştı bile. Öğretmen bana “andımızı oku” dedi. Öylece sustum kaldım. Sonra ne oldu biliyor musunuz?
Dışarıda, sınıfın camının hemen yanında bir komutan vardı. Öğretmen ona dönüp, “bilmiyor” dedi ve masanın üzerine çıkıp, ahşap metreyle beni dövdü.
O gece sabaha kadar andımızı ezberlemeye çalıştım. Uyumadım, uyuyamadım, uyuyamazdım. Hani namaz kılmaya başlarken, Arapça bilmeden ayetleri ve sureleri ezberleriz ya, o şekilde andımızı ezberledim.
Ertesi sabah, başım dik gittim okula. İçimden “şu adam gelsin sorsun da alsın cevabını” diyorum. Ve adam geldi. Adam dediğim, öğretmen. Yaklaştı ve “kalk” dedi. Tereddütsüz kalktım. Oku dedi ve su gibi ezberlediğim, tek kelime Türkçe bilmeden ezberlediğim andımızı bir çırpıda okudum. Öğretmen yine masaya çıktı ve ahşap cetvelle dövdü. Döverken, anlamını yıllar sonra öğrendiğim bir şeyler mırıldandı: “Demek dün bana yalan söyledin ha, ulan it herif, bir gecede andımız mı ezberlenirmiş?”
Dışarıdaki komutan sırıtıyordu. O sırıtırken, belim çok ağrıyordu. Hala ağrıyor!
Aradan aylar geçti. Yine bir sabah. O gece misafir odasında uyudum. Misafir odasında uyumak öyle kolay değildi ha. Ama ben bütün zorluklara rağmen o gece orada uyumayı başarmıştım!
Güneş henüz doğmamıştı. Dışarıda sanki kıyamet kopuyordu. Sanki dışarısı mahşer yeriydi. Perde altından azıcık dışarıya baktığımda, yine bir komutan bağırıp küfrediyordu. Köyün en yaşlı kişisi, Abdullah amca idi. Köyün tam meydanında, sırtına öyle bir dipçik indiler ki, Abdullah amca yere yığıldı ve yüzünden kanlar aktı.
Onun arkasından, yine köyün en yaşlılarından olan Muhtar Mahmut amca vardı. Komutan “bu köyün muhtarı kim?” diye sordu. Mahmut amca “benim efendim” dedi. Der demez de komutan, suratına öyle bir tokat vurdu ki, Mahmut amca yere yığıldı ve bayıldı.
Perdenin altından gizlice bakarken, yüreğim acıdı. Hala acıyor!
Aradan yıllar geçti. Liseye gidiyoruz. Her gün 6 km yol yürüyoruz. Okula varana kadar canımız çıkıyor. Lisemizin hemen yakınında bir polis karakolu vardı. Bir gün oradan geçerken, bir komutan bizi çağırdı. O gün polislerin yerine komutan nöbet tutuyormuş. Hava çok soğuktu. Kar yağıyordu ve dayanışmayacak bir soğuk vardı. Komutan bize “yat” dedi. Ne oluyor demeden, sırtımıza tokadı yedik. Yüzüstü 2 saat bekletildik. 2 saatten sonra komutan bize “kalkın p.ç kuruları” derken, bir yandan da “demek Kürtçe şarkı söyleyeceksiniz ha” diye söyleniyordu. Sonra hatırladık, yolda yürürken Kürtçe şarkı mırıldanıyorduk. O gün de arkadaşlarımızdan biri mırıldanmış.
Kalkarken, soğuktan titreyen bedenimden çok, yerde ıslanan defter ve kitaplarıma canım acıdı. Onları yerden kaldırdığımda farkına vardım, gözyaşlarım acıyordu. Gözyaşlarım hala acıyor!
Daha hangisini anlatsam ki?
Anlatacak o kadar çok şey var ki…
Şimdi aynı coğrafyada, bir komutan köyün imamını ziyaret ediyor ve “çawanî başî?” diye soruyor. İkisi birbirlerine sarılıyorlar. Biri komutan, öteki yüzyıllardır sistemin kullandığı mela, şeyh, aşiret reisi… Mela, “kurban olduğum” dediği komutanın gözlerinin içine bakarak “eskiden 340 haneydik, şimdi 41 hane kaldı” diyor. Sonra birbirlerine bakıp, başlarını sallıyorlar ve “ya…” diye söyleniyorlar.
Evet “ya…”
Oradan onlarca aile göç etmek zorunda kaldı, onlarca Kürt ve Türk genci öldürüldü, onlarca çocuk yetim kaldı, onlarca eş dul kaldı, onlarca insan sakat kaldı.
Basın ise her zamanki yalakalığını yapmaya devam edip, olayı bir“çawanî başî?” kadar basit görüyor. Bakın işte komutan melayı ziyaret ediyor ve ona “çawanî başî?” diyor. Ne büyük bir şeref, değil mi?
Keşke ben yıllardır acıyan yüreğime, gözyaşlarıma, başıma bir “çawanî başî?” diye sorduğumda acılar geçse. Hatta geçeceğini bilsem, dünyanın bütün dillerinde “çawanî başî?” demeyi öğrenirim.
Ama geçmiyor işte, ne yapayım!