2025-11-04 01:52:57
Özellikle yerel ölçekte, küçük şehirlerde veya kent topluluklarında, eleştiri kültürünün kaybolması, demokratik olgunlukla doğrudan ilişkili bir mesele. Artık kimse kimseyi eleştiremiyor, çünkü eleştiri düşmanlık olarak algılanıyor. Oysa sağlıklı bir toplumda, eleştiri nefes gibidir; onu yok saymak, toplumsal refleksleri felç eder. Bizim kentimizde de bu tablo giderek belirginleşiyor. Bir düşünce söylediğinde, bir yanlışlığa dikkat çektiğinde, hemen “taraf” ilan ediliyorsun. Ya bir grubun adamısın, ya birinin karşısındasın, ortası yok. Yani samimi bir eleştiri alanı, çoktan kayboldu. Eskiden insanlar eleştiriyi gelişmek için bir fırsat olarak görürdü. Şimdi ise eleştirildiğinde hemen savunmaya geçiliyor.
Kimi incinmekten, kimi yalnız kalmaktan korkuyor. Bu da gösteriyor ki, mesele sadece toplumsal değil aynı zamanda psikolojik bir kırılma yaşıyoruz.
Toplum olarak artık övgüyle yaşayıp, eleştiriden korkar olduk. Birini överken bin kere düşünmüyoruz ama eleştirirken on kere ölçüp biçiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, doğruyu söylemek bedel istiyor. Ve çoğumuz o bedeli ödemeye cesaret edemiyoruz. Oysa demokrasinin, gelişmenin, hatta insan ilişkilerinin temelinde eleştiri kültürü vardır. Eleştiri olmadan ilerleme olmaz, hesap verilebilirlik olmaz, vicdan tazelenmez. Ama biz öyle bir noktaya geldik ki, insanlar artık “yanlış” gördüğünü bile dillendiremiyor. Bir sessizlik duvarı örüldü; herkes birbirine temkinli, herkes kendi çevresinde dikkatli. Korkunun, kırılganlığın ve yanlış anlamaların arasında kaybolduk.
Ben bazen düşünüyorum: Bu kentte birisi çıksa ve sadece dürüstçe konuşsa, kaç kişi onu dinler? Yoksa hemen “niyeti ne?” diye mi sorgularız? İşte tam da bu noktada, eleştiri değil niyet sorgulamak toplumsal refleks haline geldi. Ve böylece, sözün anlamı değil, söyleyenin kimliği önemli oldu. Bu hal, sadece fikir üretimini değil, ortak yaşam duygusunu da öldürüyor. Eleştiri, aslında sevgiden doğar; çünkü sevdiğini düzeltmek istersin. Ama bizde sevgiyle eleştirinin arasına da mesafe girdi. Şimdi herkes suskun, herkes kendi alanında “zararsız” kalmaya çalışıyor. Oysa bu sessizlik, toplumun en tehlikeli biçimde çürüdüğü sessizliktir. Gerçek dostluk, gerçek yurttaşlık, gerçek sorumluluk; yanlışı söyleyebilme cesaretiyle başlar. Biz bu cesareti kaybettik. Ve belki de yeniden bulmamız gereken şey, en başta bu: Birbirimizi kırmadan ama korkmadan eleştirebilmek. Bu kentte birini yok etmek istediklerinde, önce çevresine bakarlar.
Bağlı olduğu alanlar güçlü ise, ağırlığı ile onu sarsmaya çalışırlar.
Yıllar önce toplumun unuttuğu, çoktan tüketilmiş konular yeniden ısıtılır, gündeme taşınır.
Sonra kulislerde, baskılarla ve ayak oyunlarıyla o kişi itibarsızlaştırılmak istenir.
Ne yazık ki, bu şehirde başarı çoğu zaman alkışlanmaz; aksine cezalandırılır. Unutulmamalı ki, başarıyı getiren beyinler toplumun gönlünde asla silinmezler.
Bazı dönemler vardır; düşünmek, konuşmak, hatta sorgulamak bile cesaret ister.
İşte biz tam da böyle bir dönemden geçiyoruz. Birini eleştirdiğinde artık fikrini değil, kişiliğini hedef almış gibi görünüyorsun. Eleştiri, düşmanlıkla eşdeğer sayılıyor; sessiz kalmaksa “akıllılık” olarak görülüyor. Ne yazık ki bu durum sadece ülke genelinde değil, bizim kentimizin sokaklarında da derinleşen bir hastalık haline geldi. Eskiden Siyasi partilerde, kahvehanelerde, derneklerde, gazetelerde fikir tartışmaları olurdu. İnsanlar düşüncelerini söyler, karşısındakiyle çatışsa bile sonunda tokalaşırdı. Şimdi ise insanlar birbirini “yanlış anlamaktan” korkar oldu. Bir sözü söylemeden önce defalarca düşünüyor, “Acaba alınır mı? Ya da bunu söylersem kimlerin gözünde kötü olurum?” diye tereddüt ediyor.
Oysa eleştiri bir toplumun nefesidir. Nefes alamayan bir toplum, yavaş yavaş ölür. Bugün birilerini eleştirmemek, aslında gelecekte daha büyük yanlışların önünü açmaktır. Ama gel gör ki bizde artık herkes eleştirilmekten değil, eleştirenden korkar hale geldi. Çünkü eleştirinin kendisi değil, “eleştiriyi yapanın niyeti” tartışılıyor. Niyet sorgulanınca da söylenen sözün değeri kayboluyor.
Bu kentte biri bir şeyi yanlış yaptığında, onu uyaracak kimse kalmadı. Çünkü herkes kendi sessizliğinin güvenli alanında yaşıyor. Sessizlik artık bir savunma biçimi oldu. Kimse kimsenin kalbini kırmak istemiyor, ama aynı zamanda kimse gerçeği de söylemiyor. Böylece eleştiri kültürü yerini suskunluk kültürüne bıraktı.
Bir zamanlar “doğruyu söylemek” bir erdemlikti, şimdi ise bir “risk”. Fakat unutmamalıyız: Bir toplumda herkesin herkesi memnun etmeye çalıştığı noktada, hiç kimse gerçeği söylemez. Ve gerçeği söylemeyen kentler, sonunda kendi iç sessizliğinde boğulur. Eleştiri; yıkmak değil, inşa etmektir. Ama biz eleştiriyi öyle bir noktaya getirdik ki, artık kimse kimsenin aynasına bakmak istemiyor. Oysa aynaya bakmayan yüz, kendini göremez. Kentler de öyledir: eleştirilmezse güzelleşmez, düzelmez, gelişmez. Belki de en büyük cesaret, bu dönemde sessizliğe rağmen konuşabilmek, “Yanlış” denilecek korkusuna rağmen doğruyu savunabilmektir. Çünkü tarih hep göstermiştir ki, bir toplumda herkesin sustuğu anda, birilerinin konuşması gerekir. Yoksa sessizlik, hepimizi yutar.
Ben bu yazıyı yazarken, kimseyi hedef almak değil; tam tersine, bu kentte bir “düşünme alanı” açmak istedim. Birbirimizi kırmadan, ama dürüstçe konuşabilmeyi yeniden hatırlamamız gerekiyor. Yoksa yarın, kimse kimseye bir şey söyleyemeyecek hale geleceğiz. Ve en büyük tehlike de işte o zaman başlayacak.